31 Ekim 2014 Cuma

Hasan Hüseyin Korkmazgil Yaşamı-Sanatı – Mehmet Aydın






Hasan Hüseyin, Gürün’de doğmuş, büyümüştür. Büyük kentte toplumcu şiir kavgası verilirken o, yoksulluk ve yoksunluk içinde kuş uçmaz kervan geçmez; radyonun-gazetenin, derginin-kitabın ulaşmadığı (ulaştırılmadığı) yurt köşelerinde ya da devlet parasız yatılı okul ortamlarında, nice halk çocuğunun yaşadığı gerçeği, el yordamıyla yaşadı. Duvarları yıkmaya, önünü açmaya çalıştı. Hasan Hüseyin’in bu tarifi zor koşullarda hep ışığa doğru gittiğini, hiçbir noktada sapmadığını kendi onurlu yolunu nice çabayla döşediğini kimse yadsıyamaz.

1960 öncesi işsizlik yıllarında Sivas kahvelerinde karakalem resim yapmış, tabelacılık-arzuhalcilik gibi işlerde yıllarını tüketmiş ama, sayısız şiir de yazmış! Şiir yazmak onda en yaşamsal zorunluluktu. Ortamdı, dönemdi şuydu buydu bahaneleri, onu yazmaktan hiçbir şekilde alıkoymadı. Dışarı çıkmayı pek sevmez, tüm evren evin içindeymiş gibi orada olmaktan yazmaktan hoşlanırdı. Hasan Hüseyin’i şiir üretme etkinliğinden hiçbir şey alıkoyamamıştır, ta ki yatağa düştüğü 22 Şubat 1983 gününe dek.

12 Mart olsun, 12 Eylül olsun hem moralini hem beden sağlığını çok sarstı. Defalarca resmi makamlarca şiirleri elinden alındı. Yok edildi. Sizi, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in en sevdiğim şiir ile baş başa bırakıyorum.

Öyle bir yerdeyim ki
ne karanfil ne kurbağa
Bir yanım mavi yosun
Dalgalanır sularda
Dostum dostum
Güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe

Öyle bir yerdeyim ki
Bir yanım çığlık çığlığa
Öyle bir yerdeyim ki
Anam gider Allah Allah
Öyle bir yerdeyim ki ne karanfil, kurbağa
Öyle bir yerdeyim ki
Bir yanım mavi yosun çalkalanır sularda


Dostum, dostum güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe

Öyle bir yerdeyim ki bir yanım çığlık çığlığa
Öyle bir yerdeyim ki
Anam gider Allah, Allah dölüm düşmüş sokağa.

İyi okumalar,
Özgür Okuryazar

27 Ekim 2014 Pazartesi

Nam-ı Diğer CHE – Paco Ignacıo Taıbo











Nam-ı Diğer CHE – Paco Ignacıo Taıbo

Che'ye yönelmek içgüdüseldir. İsyan, içine sindirememe, düzene öfke, uyumsuzluk, uygunsuzluk ve diğer şeyler yol arkadaşlarıyla birlikte artık bir hayal adasının gerçek dünyaya armağanı semboller fotoğrafının namlı yüzlerinden birine, Che'ye temas ettiriyor kafası karışık delikanlıları. Bu delikanlılar, Sosyal adaletsizliklerden rahatsızdırlar ama aileleriyle birlikte üç öğün yemekler yemeye, aile yataklarında uyumaya, aile evine geç kalmamaya, küpün dışına asla taşmamaya devam ederler. Gidip bir yerlerde içmesine bir efkar kadar hadım bir faaliyet yok. Üç odalı aile evlerinin, cadde arası sokaklara yayılmış barların, meyhanelerin, hiç olmadı intiharların isyankarları olmak ağır! Konuşmak serbest ama eylem? Eylem yok. Eylemlilik hallerinden söz ediyor insanlar, kitaplar, dergiler. Ama eylem vakti er meydanı tenhalaşıyor. İnsanın içindeki meydanda bile kimse kalmıyor. Tüm kapılar kapanıyor. 

“Nam-ı diğer Che”  bu nitelikli kalın kitabı kısa sürede okuyup bitireceğinizden eminim. Che’nin günlüklerinden derlenmiş bu kitap sayesinde, Che’nin devrim macerasını tüm ayrıntıları ile öğreneceksiniz

İyi okumalar,
Özgür Okuryazar



1949 yılında İspanya'da doğan Taibo, 1958 yılından itibaren Meksika'da yaşamaya başladı ve 1980 yılında Meksika vatandaşı oldu. Mexico City Metropolitan Üniversitesi'nde tarih dersleri verdi. Çok sayıda romanı, tarih kitabı ve kısa hikâyesi bulunan Taibo'nun eserleri Fransa, Almanya, İtalya, Rusya, Çek Cumhuriyeti ve Bulgaristan'da yayımlanmış, aralarında Mortiz-Planeta Ödülü'nün de olduğu çok sayıda ödül kazandı.                                       

24 Ekim 2014 Cuma

Leylim Leylim – Ahmet Arif’ten Leyla Erbil’e Mektuplar (1954-1959 ve 1977’de son bir mektup)












                       
Leylim Leylim kitabı Ahmet Arif’in 1954-1959 yılları arasında Leyla Erbil’e yazdığı mektuplardan oluşuyor. Ahmed Arif’i 1991 yılında yitirdik, Leylâ Erbil ise geçtiğimiz yıl veda etti bize.

Herkesin kalbine gömdüğü o muhteşem Ahmed Arif şiirlerinin adandığı kadının Leyla Erbil olduğunu bu kitap sayesinde öğrenmiş olduk. Ama daha da önemlisi Ahmed Arif  ne güzel sevmiş, nasıl karşılıksız kalmış aşkı, nasıl da kabullenmiş, sabretmiş, dostlukla yetinmiş.

Ahmet Arif’in sürgün günlerini, gördüğü siyasal baskıları, içsel dünyasını en çok ta aşkını okuyacaksınız bu mektuplarda.

Alıntı yapmak adettendir buyrun,

 ‘’Leylam, merhametsiz ömrüm’’

‘’Küçüğüm, sevgilim, imzası martıdan sıcak, uçan uzak martılardan daha sevimli, imzası uçan kuş, kendisi ''insan'' sevgilim. Kıyma bana, sensiz edemiyorum.’’

 ‘’Benim soyumda insanların yaşadığı müddetçe, Kenya'da, Kamçatka'yada  sen yaşanacaksın. Bana senin adını ölmezleştirmek düşer. İşim bu benim. Sense ölmezliğe bile gülümseyecek kadar benzersiz ve yücesin. Canının her milimetre karesine varıncaya, bir canlı imgeni gökyüzlerine gezdirmek geçer içimden."

 ‘’Ah leylim onu sevdinse bu senin büyüklüğün, hatta dünya kadınlık tarihinin şaheser bir   olayıdır çünkü; ciddi söylüyorum inan bana, hiçbir kadın onu sevemezdi.’’

 ‘’Canım benim, bilir misin, 'canım' dediğimde içimden canımın çıkıp sana koştuğunu duyarım hep."

 ‘’Leyla, zalim Leyla! Gözlerinden öperim o güzel burnuna yıldızlarca öpücük...
   bana yaz! Ben daha buradayım.’’


İyi okumalar,

Özgür Okuryazar

21 Ekim 2014 Salı

Kürk Mantolu Madonna – Sabahattin ALİ



Bu roman, insanın gözlerini yaşartan, insanın ruhuna ve duygularına dair yerinde analizler yapan, her daim okunacak, yürek genişleten, insana dair yazılmış en güzel kitaplardandır.

Roman, sadece basit bir aşk ve kavuşma hikayesi değildir, yazar karakter tahlilinde harikalar yaratmış, etkileyici ve tarif edilmesi güç duyguları büyük bir ustalıkla yazıya dökmüştür. Sayfalarında hayata dair her şeyi barındıran bu kitap, tasvirleri ile insanı uzun uzun düşünmeye, karamsarlıkla geçen günlerin arasında bile, keşfedilebilecek güzel şeylerin olduğunu hissettiriyor. Bu kitabı yıllar evvel okumama rağmen Raif efendinin naifliğini, kırıklıklarını, yalnızlığını, zengin iç dünyasını hep güzel anımsarım. Romanı size anlatmak için elime aldığımda, Raif efendiyi ne kadar çok özlediğimi fark ettim. İnsanın, şekilciliğini, ne kadar yalnız olduğunu, aşkın ve ölümün karşısındaki çaresizliğini hatırlatıyor hep.

Raif bey, kurduğu küçük dünyasında kaybolmayı özgürlük saymaktadır. Bu kitapta, onun içsel isyanının bir öyküsüdür.

İyi Okumalar,
Özgür Okuryazar

20 Ekim 2014 Pazartesi

İnancın Sonu – Sam Harris






Kitabın yazarı Sam Harris Stanford Üniversitesi felsefe bölümü mezunu, Doğu ve Batı’nın dini gelenekleri üzerinde çalışmalar yapmış bir bilim adamı. Kitabın ilk bölümlerini hızla okuyup bitirdim. Son bölümlerin de tempom o kadar çok düştü ki neredeyse zor bitirdim. İnancın sonu kitabı tarihin derinliklerinden başlayıp 11 Eylül 2001 gününe uzanan zamansal bir süreci var. Eserin temelde tartıştığı en belirgin ve üzerinde en fazla düşünülmesi gereken hususlarından biri ılımlı din arabulucuları'nın konum ve tutumları. 


Harris sadece dindarlara değil ılımlı dindarlara karşı da tepkili, onları “dinin gerçeği kendi tekeline alma konusundaki iflah olmaz talepkarlığını görmezden gelmekle” suçluyor. . Harris'in felsefe yüksek lisansının ardından nöroloji alanında yaptığı doktora, varlığını, satır aralarında güçlü bir biçimde hissettiriyor
Kitabı okuyup okumamayı size bırakıyorum. İlk bölüm gerçekten güzeldi.



16 Ekim 2014 Perşembe

ÇEKEMEMEZLİK








Çekememezlik kısmen töresel, kısmen de entelektüel bir kötü duygu olup her şeyi olduğu gibi değil de, başka şeylerle ilgileri açısından görmekten ileri gelir.

Başkalarını çekemeyen birisi, ‘’Güneşli bir gün, mevsim de bahar, kuşlar cıvıl cıvıl ve ağaçlar tepeden tırnağa çiçek açmış ama duyduğuma göre Sicilya’da bahar bundan bin kat daha güzelmiş; Helikan korularındaki kuşlar daha tatlı öterlermiş ve Sharon gülleri benim bahçemdeki güllerden daha göz alıcıymışlar.’’ Diye düşünebilir. O böyle düşündükçe de güneş donuklaşır, kuşların cıvıltısı tatsız cırlamalar gibi algılanır, çiçekler de dönüp bakmaya bile değmez olurlar. Böyle düşünen birisi hayatın tüm hazlarını olumsuz karşılar. Kendisine ‘’Evet,’’ der, ‘’gönlümün kadını çok güzel, onu seviyorum, o da beni seviyor ama Seba Melikesi kim bilir ne kadar güzeldi! Ah, Süleyman’ın eline geçen fırsatlar benim elime geçseydi! ‘’ Bu gibi karşılaştırmalar yersiz ve budalacadır; hoşnutsuzluğumuzun nedeni, ister Seba Melikesi, isterse kapı komşumuz olsun, boşunadır. Akıllı bir adam için, elinde bulunanlar, başkalarının sahip oldukları nedeniyle değerlerini yitirmezler.

Her şey bir yana, mutluluktan daha çok kıskanılacak ne vardır?
Benim 2 katım aylık alan da, kendisinin iki katı aylık alanı düşünerek acı çekmekte ve bu böyle sürüp gitmektedir. Şan ve şeref istiyorsanız Napolyon’a imrenebilirsiniz. Ama Napolyon da Sezar’ı çekemiyordu, Sezar İskender’i, İskender de hiçbir zaman yaşamamış olan Herkül’ü çekemiyordu denilebilir. Demek oluyor ki yalnızca başarı ile çekememezlikten kurtulamazsınız, çünkü tarihte ya da efsanelerde sizden daha büyük şeyler başarmış olanlar vardır.
Hazların tadını çıkararak, işinizi yaparak, belki de yanlış olarak daha talihli olduklarını düşündüklerinizle kendi durumunuzu karşılaştırmaktan kaçınarak çekememezlik duygusunu yok edebilirsiniz.


Bertrand Russell
İngiliz mantıkçı ve düşünür. Filozof. Nobel Edebiyat ödülü sahibi. ABD’nin hidrojen bombası denemelerini lanetledi, 1950 de Nükleer Silahsızlanma Kampanyası’nı organize etti. Stockholm’de Satre’ın başkanlığında bir Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nin kurulmasına ve ABD’nin Vietnam’da uyguladığı vahşetin araştırılmasına öncülük etti.

İyi Okumalar
Özgür Okuryazar









14 Ekim 2014 Salı

Tutunamayanlar – Oğuz Atay






Tutunamayanlar, ancak Oğuz Atay gibi bir üstadın elinden çıkabilecek, ete kemiğe bürünmüş başucu eseridir. Oğuz Atay’ın ilk romanıdır. Yazıldığı dönem, gerçeklerin iflas ettiği , insanın insana duyduğu korkunun doruğa çıktığı bir zamana rastlar. Toplumsal bir romandır. 1970 yılında TRT roman ödülünü almıştır. İnanılmaz Felsefe dokusu olan bu yapıt 736 sayfadan oluşuyor, kitabı bitirdiğinizde sevgi gösterip, sarılacak kadar kalın.

Sürekli değişen iç dünyalarına ayak uyduramayan kahramanların doğu ile batı arasında ki sıkışmışlığını, yazar çarşaf gibi sermiştir satırlara. Bu satırlarla birlikte 70’li yılların Türkiye’sinde yolculuğa çıkmış gibi hissedeceksiniz. İnsanın yalnızlığını, çaresizliğini anlatan bu kitabı okurken sizi nasıl etkileyeceği tamamen içinde bulunduğunuz halet-i ruhiye ile ilgili. Aksi halde kitabı açıp da o içsel fırtınaya kaptırmamak imkansız. (Gerçekten tutunanların anlayamayacağı gerçeklikte)

Bu kitabı 1998 yılında büyümeye çalışırken okudum. Türkiye ve insan üzerine yazılmış mücevher değerinde bir analiz kitabıdır. Üstad Oğuz Atay'ın yüce hatırasına saygılarımı sunuyorum.

İyi Okumalar,
Özgür Okuryazar

Oğuz ATAY: Mühendis, Roman yazarı, Akademisyen. Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır.

12 Ekim 2014 Pazar

Vincent Van Gogh







Kızımın eli kalem tutmaya başladığı andan itibaren tüm duygularını bize resim yaparak anlattı. Resim yapmaktan hep büyük keyif aldı. Oldukça özgün resimler yaptı. Gökyüzü yerde, yeryüzü gökte, güneş ağaçların kollarında…
İkinci sınıfa başladığında resim yapmayı birden bıraktı. Anlamaya çalıştım, konuşmaya çalıştım, odasına rengarenk boyalar bıraktım ama olmadı. Dönmedi. Yapmadı. Nedenini gerçekten merak ettiğim için uygun bir anını yakalayıp sordum.

Resim öğretmeni, kızımın yaptığı bir resim için ‘’bu resimde gökyüzü neden yerde ‘’ diye sormuş. Kızım ise ‘’ben böyle yapmak istedim’’ demiş. Ama utanmış, başarısız olduğunu düşünmüş.

Öğretmeni ile konuşmanın bir çözüm getireceğini düşünmediğim için konuşmaya gitmedim.
Kendisine Hollandalı büyük en büyük ressam Van Gogh’un hayatını ve ‘’Doğru resim var mıdır?’’ , ‘’Var ise doğru resim nasıldır?’’ sorularını yazıp gönderdim.

Vincent Van Gogh ( 30 Mart 1853 –  29 Temmuz 1890), Hollandalı - Ressam 

Babası papaz olmasını, saygın bir hayat sürmesini  istiyordu. Fakat Van Gogh ressam olmak istiyordu. Babası sen delisin! dedi. ‘’Olabilir’’ dedi ‘’bana göre sen delisin. Papaz olmakta hiçbir anlam göremiyorum, çünkü söyleyeceğim her şey yalandan başka bir şey olmayacak. Tanrı’yı bilmiyorum. Cennet ya da cehennem olup olmadığını bilmiyorum. Sürekli yalan söylüyor olacağım. Elbette saygın ama o tür saygınlık bana göre değil. Ben bundan zevk almayacağım. Ruhum için işkence olacak’’ babası onu kovdu.
Resim yapmaya başladı. İlk modern ressamdır.

Van Gogh hayatı boyunca tek bir tablo bile satamadı. Onun tablolarında her şeyin olduğunu tek bir insan bile göremedi.
Erkek kardeşi ona para gönderdi; açlıktan ölmemesine yetecek kadar; her hafta yedi günlük yiyecek parasına yetecek kadar çünkü eğer ona bir ay yetecek kadar para verirse onu iki üç günde bitiriyor kalan günlerde açlık çekiyordu.

Van Gogh’un yaptığı şey haftanın dört günü yemek, aralardaki 3 günde boyalar, tuvaller için para biriktirmekti. Üç günlük açlık ve Van Gogh boya ve tuval alırdı. Tek bir tablonun satılmadığını duyan kardeşi bir adama Van Gogh’un tanımadığı bir arkadaşı biraz para verir ve ona gidip en azından bir tablo satın almasını söyler ‘’bu onu biraz memnun eder. Zavallı adam ölüyor; bütün gün resim yapıyor resim yapmak için aç kalıyor ama kimse onun tablosunu almak istemiyor; kimse  onun resminde bir şey görmüyor.

Van Gogh’un resminde bir şey görmek için Van Gogh’un çapında bir ressamın gözüne sahip olman gerekir bundan aşağısı işe yaramayacaktır. Onun tabloları tuhaf görünür.
Ağaçları o kadar yüksek çizilmiştir ki yıldızların üzerine çıkarlar; yıldızlar çok aşağıda kalır. Bu adamın deli olduğunu düşüneceksin: Ağaçlar  yıldızların üzerine mi çıkıyor…? Şöyle cevap verir : ‘’Evet çünkü ağaçları anlıyorum. Hep ağaçların toprağın yıldızlara ulaşma tutkusu olduğunu hissettim. Başka ne olabilir? Yıldızlara dokunmak yıldızları hissetmek yıldızların ötesine geçmek toprağın arzusu budur. Toprak çok çaba gösterir ama bu arzuyu yerine getiremez ben bunu yapabilirim. Toprak benim tablolarımı anlayacaktır. Sizin anlayıp anlamamanıza aldırmıyorum.’’

Bu tarz bir tabloyu satamazsın. Kardeşinin gönderdiği adam gelir. Van Gogh çok mutluydu. Sonunda birisi satın almaya gelmişti. Fakat çok geçmeden mutluluğu üzüntüye dönüşür, çünkü adam etrafına bakınır, bir tablo seçer ve parayı verir.
‘’Fakat tabloyu anlıyor musunuz’’ der Van Gogh.
‘’O kadar rastgele seçtiniz ki, bakmadınız bile yüzlerce tablom var.
Etrafa bakmaya bile yeltenmediniz; tesadüfen önünüzde duran bir tanesini seçtiniz. Kardeşim tarafından gönderildiğinizden kuşkulanıyorum.
Tabloyu yerine koyun, parayı alın tablo için gözleri olmayan birisine tablo satamam. Kardeşime bir daha asla böyle bir şey yapmamasını söyleyin.
Bunu anlaması adamı şaşırtmıştı beni tanımıyorsunuz, nereden anladınız der.
‘’Bu çok basit ‘’der Van Gogh  kardeşimin biraz teselli bulmamı istediğini biliyorum sizi yönlendirmiş olmalı ve bu para da ona ait çünkü tablolar konusunda kör olduğunuzu görebiliyorum. Bir körü sömürüp ona tablo satamam tabloyu ne yapacak ayrıca kardeşime onunda tablodan anlamadığını söyleyin yoksa sizi göndermezdi.
Kardeşi durumu öğrendiğinde özür dilemeye gelir. ’’teselli vermek yerine seni yaraladım. Böyle bir şeyi asla yapmayacağım’’ der.

Van Gogh hayatı boyunca tablolarını arkadaşlarına verdi. Haftada dört gün yemek yediği bir otele bir tablo verirdi.

Hiçbir kadın ona aşık olmadı bu imkansızdı. Bir fahişe ‘’senden çok hoşlanıyorum’’ der. Van Gogh bunu hiç duymamıştı. Sevgi çok uzak bir şeydi. Hoşlanmak bile…
‘’Gerçekten mi? Neyimden hoşlanıyorsun?’’ der.
Kadın ne yapacağını şaşırır.
‘’Kulaklarını beğeniyorum. Kulakların güzel’’ der.
Van Gogh’un eve gidip kulaklarını jiletle kestikten sonra güzelce paketleyip fahişeye gittiğini ve kulaklarını ona verdiğini duyduğunda şaşıracaksın. Ve kan akıyordu…
‘’Ne yaptın?’’ der fahişe.
‘’Bugüne kadar kimse bir şeyimi beğenmedi. Ben yoksul bir adamım, sana nasıl teşekkür edebilirim? Kulaklarımı  beğendin; sana onları verdim. Gözlerimi beğenmiş olsaydın, sana gözlerimi verirdim. Beni beğenseydin senin için ölürdüm’’ der.
Fahişe buna inanamadı. Fakat Van Gogh ilk kez mutluydu gülümsüyordu; birisi en azından bir yerini beğenmişti. Ve o kadın bunu şaka yollu söylemişti yoksa kulakları kimin umurunda?

Van Gogh hayatı boyunca yoksulluk içinde yaşadı. Resim yaparken öldü. Ölmeden önce delirdi, çünkü bir yıldan beri sürekli güneş resmi yapıyordu: Yüzlerce tablo ama hiçbir şey istediği noktaya gelmiyordu. Fransa’nın en sıcak yerinde, Arles’da tepesinde güneş, bütün gün dikiliyordu; çünkü deneyim olmazsa nasıl resim yapacaksın? Son tabloyu yaptı ama delirdi. Sıcak, açlık… fakat çok mutluydu; deliliği sırasında bile resim yapıyordu. Akıl hastanesinde yaptığı tablolar şimdi MİLYONLAR değerinde.
Sırf resmini yapmak istediği her şeyin resmini yaptığı için intihar etti.
Kardeşine mektuplarında böyle yazdı: ‘’Görevim bitti. Olağanüstü bir hayat yaşadım; yaşamak istediğim şekilde. Resmini yapmak istediğim şeyin resmini yaptım. Son resmimi bugün yaptım ve artık bu yaşamdan bilinmeyene, artık o her ne ise, bir sıçrama yapıyorum, çünkü bu hayat artık benim için barındırmıyor.’’

Hayatı boyunca kimse  resminin kıymetini bilmedi. Hayattayken hiçbir sanat galerisi, bedava olarak bile tablolarını kabul etmedi. Öldükten sonra yavaş yavaş onun fedakarlığı sayesinde resim sanatının bütün ruhu değişti.

İyi Okumalar
Özgür Okuryazar


11 Ekim 2014 Cumartesi

İçimden Kuşlar Göçüyor – İnci Aral











İnci Aral’ın ‘İçimden Kuşlar Göçüyor ’  kitabı içten bir dille yazılmış otobiyografik bir eserdir. Kendi kimliğini sorgulayan ve kendini irdeleyen bir kadının hikayesi anlatılır bu kitapta.

İnci Aral, ruhsal değişimlerini, menopoza girişin gölgesindeki değişen bedenini, bu zor evirilme dönemindeki yaşadıklarını, geçmiş yıllara ait özlemlerini, zor koşullarda sürdürdüğü hayatını hiçbir ayrıntıyı atlamadan tüm samimiyetiyle anlatmış okuruna. İnci Aral, kitabının bir yerinde şöyle der; bütün yanlışlarım, bütün gözden ve elden kaçırdıklarım, tutabildiklerim ve benim kıldıklarımla bir hayat yaşadım ve ben olmaktan, iyi kötü, ama böyle olmaktan en sonunda hoşnutluk duymaktayım. Garip bir bilgelik, güçlülük, yılmazlık duygusu var içimde. En sonunda ele geçirmeyi başardığım bir özgüven.


İnci Aral'ın tadına doyulmaz bu kitabında kadın olmanın, insan olmanın, yazar olmanın nasıl olduğunun okunabileceği bir kitaptır. Kitabını okurken kendisiyle tanışma hayalleri kurduğum, yatılı okul günlerini konuşmak istediğim bir yazardır.


İyi Okumalar
Özgür Okuryazar


İnci Aral: Yazar, Ressam. Yunus Nadi Ödülü sahibi, ayrıca ‘’Mor’’ kitabı ile Orhan Kemal roman armağanı almış yazar.


7 Ekim 2014 Salı

ORTADOĞU’DA NELER OLUYOR?





ORTADOĞU’DA NELER OLUYOR?

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Mesaj ve postalarla, benden bu konuda yazmamı istiyorsunuz.

Bu sorunun tam ve doğru cevabını bilen var mı?

Elbette bilmekten kastım, herkesin yaptığı gibi hamasi sözlerle tarafgirlik yapmak değil.

Var olan karmaşık dinamikleri, tam anlamıyla çözebilmekten, anlamaktan söz ediyorum!

Bu topraklarda yaşayan her insan gibi ben de, yaşanan insanlık trajedisinden hem derin üzüntü hem de hicap duyuyorum.

Üzüntümün nedenini açıklamaya gerek yoktur sanırım!

İnsanların, aklın almayacağı biçimde vahşi yollarla öldürülmesine, ailelerin paramparça olmasına, kadınların pazarlarda satılmasına, çocukların hayat boyu üzerlerinden atamayacakları travmalara mahkûm edilmesine, en taş kalpli insanın bile tamamen kayıtsız kalabileceğini düşünmek zor!

Ama aynı zamanda, hicap da duyuyorum!

Çünkü Ortadoğu coğrafyasının:

Dünyada kadın/insan hakları ihlallerinin en üst düzeyde yaşandığı bölge olmasından,

Bilim, sanat ve felsefeyle asırlardır bağlarını koparmasından,

Eğitemediği, iş bulamadığı nüfusunun kontrolsüz artışından,

Her konuda geri kalmışlığıyla, Batıya bağımlılığından,

Böylece kaderi üzerindeki tüm söz hakkını yitirip, emperyal güçlerin istediği gibi at oynattığı bir yer haline gelmesinden,

Churchill’in, cetvelle çizerken hıçkırmasıyla (evet şarabı fazla kaçırıp da, hıçkırık tutmasıyla), sınırları trajikomik şekilde çentiklenen toprakları, bugün yine petrol ve doğal gaz savaşlarına yataklık ederken, hala düşünce ve davranış sistemini gözden geçirmemesinden,

Sorumluluk almak yerine, başkalarını suçlamasından,

Yanlış ittifaklarla oradan oraya savrulmasından,

Hicap duyuyorum!

Ortadoğu’da yaşayan tüm halkların, kendi düşünce ve siyasi yapılanmalarını yeniden sorgulaması
,
Çağdaş insanlık değerlerine kayıtsız şartsız sahip çıkması,

Her türden fanatizmi reddedip, insanlığın barış ve bekası için dayanışması zorunlu!

Bu yapılmadığı sürece, yüzlerce yıl geçse de, coğrafyamızın bir bataklık olmaktan çıkamayacağını görmek için, kâhin olmak gerekmiyor!

Başlangıcından beri bu sayfanın ana teması, akılcı düşünce ve insancıl varoluş oldu!

Çünkü dünyanın ve yaşamın gerçek değişiminin ancak bu yollarla gerçekleşeceği konusunda, tartışılmaz netlikte ve sarsılmaz sağlamlıkta bir inanca sahibim!

Toplumları oluşturan, bireylerdir!

Ancak gelişmiş, ilkeli ve tutarlı bireyler, sağlıklı toplumlar kurabilirler!

Bu gelişim, afakî bir ‘’kurtuluş’’ zamanına ertelenemez!

Hepimizin kendimizi gözden geçirmemizin, sloganların arkasına saklanmak, masumlara şiddet uygulamak yerine, akılcı davranan, sorunların çözümünde sorumluluk üstlenen bireyler olmamızın başlangıç noktası, tam da bu saattir!

Gelişmiş bir bireyin, siyasi duruşu da istikrarlı olacaktır.

‘’Buna zaman var mı?’’ demeyin!

Gelişime zaman ayırmayanların yaptığı herhangi bir şeyin kalıcı olduğunu, tarih henüz yazmadı!

Çürük tuğlayla, sağlam bina inşa edilemez!

Ortadoğu’nun kurtuluşu da, ancak gelişmiş bir bilinçle mümkün olacaktır!

Bunu en çok isteyen insanlardan birisiyim!

Çünkü sadece bir birey değil, duyarlı bir hekim olarak da, Kürt, Türkmen, Arap, Ezidi ve diğer tüm halkların acısını yürekten hissediyorum!

Ve biliyorum ki, acının dini ve milliyeti yok!

Toprak, ona düştüğümüzde, hepimizi soğuk bağrında eritiyor!

6 Ekim 2014 Pazartesi

Hayat – Engin GEÇTAN








Hayat’ı geçen yıl içimde gelgitlerin yoğun olduğu bir mevsimde okudum. Yılmaz Odabaşı’nın muhteşem şiirinde yazdığı gibi Sesimde çığlıkların boğulduğu ama bağıramadığım zamanlarda Hayat’ı okurken Onur Akın’ın yorumuyla Ey Hayat’ı sık sık dinledim.

EY HAYAT
Ey hayat,
sen  şavkı sularda bir dolunaysın
Aslında yokum ben bu oyunda,
Ömrüm beni yok saysın…

Yaşam bir ıstaka;
gelir vurur ömrünün coşkusuna.
Hani tutulur dilin, 
konuşamazsın…

Tırmandıkça yücelir dağlar.
Sen mağlupsun, sen ıssız.
Sesinde çığlıklar boğulur ama
bağıramazsın.

Eloğlu sevdalardan dem tutar,
aşk büyütür yıldızlardan;
senin düşlerin yasak,
dokunamazsın.

Birini sevmişsindir geçen yıllarda.
Açık bir yara gibidir hâlâ.
Hâlâ ne çok özlersin onu,
ağlayamazsın…

Hikayesi olmayan insanlar, hikayesi olmayan nesnelerle birlikte yaşamayı seçebilirler. Ama bu arada olan, tüketim yarışına kapılıveren yoksullara oluyor, yeniyi edinememeyi eksiklik olarak yaşamanın ezikliğiyle ya da hayatlarını taksitlerine endeksleyerek. Gerçi bunların hepsi, aslında, üretilmiş ve edinilmiş sorunlar, kişinin kendinden ve sistemden kaynaklanan.
Gerçek trajediyi yoksulluğun açlık sınırında olan insanlar yaşıyor, gelecek duyusunu tümden kaybetmenin getirdiği yabancılaşmayla.
Sahip olma tutkusu insanın zamanla olan ilişkisini de giderek değiştirdi. Gelecek şimdinin üzerinde acımasızca egemenlik kurmaya başladığından bu yana, insanlar kendilerinin olamayan zamanlar yaşamaya başladılar. Aynı şekilde, geleceği projelerle ipoteklerken şimdiyi ezip geçen çağdaş dünyanın beklentilerine teslim olmak da anksiyete ve depresyona davetiye çıkardığı gibi uzun vadede, boşluk ve anlamsızlık gibi duyguların yaşanma olasılığını içerebiliyor. S.104


Hayat, psikiyatrist Engin Geçtan’ın, uzun yıllardır sürdürdüğü klinik deneyimin ardından psikiyatriye, ülkemiz insanına bakışını dile getirdiği bir kitap. Geçtan terapi deneyimlerinden örneklere de yer verdiği kitabında yabancılaşmadan, kaostan, gölgelere kadar pek çok konuya değiniyor.


 ‘’Hayat’’ bana çok iyi geldi.

Özellikle altını çizip bir kenara da not aldığım şu üç cümle benim için değerlidir.

"yaşlı adam dedi ki, kibri onu evrenden koparttığı için, insan iflah olmaz bir boşluk yaşar derininde, acıtası.’’

"zaman, bana bir insan hakkında bilgi sahibi olmanın onu tanımak anlamına gelmediğini öğretti"

‘’belki de kendimizi başkalarıyla kıyaslamalıyız, ama sadece gönül fakirliği ve zenginliği açısından."

İyi Okumalar,
Özgür Okuryazar



Engin GEÇTAN: Tıp Fakültesini bitirdi. Psikoloji ve nöroloji sahalarında ABD'de New York ve Colombia üniversitelerinde uzmanlık eğitimi gördü. 1968'de doçentliğe, 1974'te profesörlüğe yükseldi. ODTÜ, Ankara, Boğaziçi ve Marmara üniversitelerinde öğretim üyeliğinde bulundu.


3 Ekim 2014 Cuma

Bir Gün Tek Başına- Vedat Türkali









27 Mayıs 1960 askeri darbesinden önce Türkiye içten içe kaynıyor. Darbe öncesini konu alan roman Vedat Türkali’nin ilk romanıdır. 1974 yılında milliyet yayınları yarışmasında 1.lik, 1976 Orhan Kemal roman armağanı almış başucu kitabıdır.

Yeni bir uyanış yaşıyor o yıllar Türkiye. Sınıf atladığı yıllar. Ülke siyasi kaos içinde. Öğrenciler, isyan ederlerken toplumun diğer kesimleri sessizce olanları izlemektedir. O zamanın aydınları, sanatçıları, üniversiteleri, işlerini kaybetmekten korktukları için kafalarını kuma gömmüşlerdir. Yönetimden yanadırlar.

Öğrenci ayaklanmaları bütün hızıyla devam eder. Polis, ateş etmiştir kitleler üzerine. Etraf sivil polislerle kaynar. Herkes, birbirinden polis diye şüphelenir. Hapishaneler dolup taşmaktadır. Ülke kocaman bir cezaevine dönmüştür. 
Kitabı okurken;
Öğrencilerle eylemlere katıldım, Kenan’la oturup meyhanede içtim, Cağaloğlu’nda kitapçılarda dolaştım. Kenan’ın içsel yalnızlığında kayboldum. Nermin’le ağladım. Günsel’in devrim aşkını içimde hissettim. Tek başınalığın hüzünlü satırları arasında  ağladım.
Cağaloğlu, Ankara caddesi, Beyazıd, İstanbul Üniversitesi, Beyoğlu, Şişli dolmuşları, Teşvikiye romanda sık sık uğrayacağınız duraklar arasında. 1960'ların İstanbul sokaklarında yürüdüğünüzü hissedeceksiniz. Romanın etkisinden de öyle kolay kolay kurtulamayacaksınız. Aradan yıllar geçse bile içiniz acıyarak hatırlayacaksınız Kenan’ın iki kişilik yalnızlığını.
Romanın kahramanı Kenan, yıllar önce polis sorgusunda dili çabuk çözülünce, kendine olan saygı ve güvenini kaybetmiş, geçmişiyle sürekli kavga halinde biri. Çağaloğlu’nda kitapçı dükkanı çalıştırmaktadır. Dükkanın finansmanını arkadaşı Rasim sağlar. Kenan, biraz kendine buyruktur. Yemesini içmesini meyhaneye gitmesini sever. Meyhanede kafayı bulunca eğlenmeye gelen gençlerin içerisinde karısına benzeyen Günseli’ye bir anda aşık olur. Günseli yetim ve öksüzdür. Teyzesinin yanında kalmaktadır.
Günseli ile Kenan’ın ilişkileri zikzaklar çizer. İki gün araları iyiyse bir gün kötü gider. Rasim, Kenan’ın Günseli ile ilişkisini öğrenmiştir Her ne kadar vazgeçirtmeye çalışsa da başaramaz. Çok geçmeden eşi Nermin, kocasının gizli ilişkisinde haberdar olur ama içine atar her şeyi.
Kenan, evi ocağı terk etmiştir. Pek nadir gider evine. Zamanla kitapevinin işleri aksar.

Günseli içeri düşmüştür. İçeride işkence görür, hakaretlere uğrar. Hücreye atılır.
Kenan, tesadüfen de olsa hep olayların dışında kalmış, tutuklanmamıştır. Günseli ve arkadaşları bu yüzden Kenan’dan polis diye şüphelenirler.
Bu noktada sizi roman ile baş başa bırakıyorum aksi halde romanı sonuna kadar yazabilirim J
İyi okumalar,
Özgür Okuryazar


Vedat Türkali: Senarist, şair ve yazar. Edebiyat öğretmenliği yaptı. 1951''de siyasi eylemleri sebebiyle tutuklanmış; 9 yıl ceza almış 7 yıl sonunda koşullu olarak serbest kalmıştır.

2 Ekim 2014 Perşembe

SAVAŞ










Çok uzun zamandır savaş felaketi ile yaşıyoruz. Bıçak sırtında yaşıyor insanlık. Hikayeleri değiştirmediğimiz sürece barış hakkında konuşmaya devam edeceğiz ama savaş için de hazırlık yapacağız.
Hep Barış hakkında konuşuyoruz ama savaş çıkarıyoruz. İşin en saçma tarafı barış adına savaşıyoruz!
Bölünüyoruz. Politikacılar dıştaki savaşı yaratıyor, din adamları içteki savaşı. Her insanın içinde yüz yıllardır süre gelen bir iç savaş var.
Savaşa harcadığımız enerji ile dünyada bir cennet yaratabilirdik ama bunun yerine tek yaptığımız cehennemi yaratmak oldu.
SAVAŞA HAYIR!
Özgür Okuryazar

02.10.2014

1 Ekim 2014 Çarşamba

Ermiş – Halil Cibran


Yeryüzünde bir çok büyük insan varoldu ama Halil Cibran kendi başına bir kategori olarak kaldı. O olanaksız şeyler başardı. O gerçekten büyük şairdi. Onlar bize varoluşun bedelsiz armağanı.
Halil Cibran 30 kitap yazdı. Bunlar arasında ilk kitabı olan Peygamber bir mücevher gibidir.
Claude Bagdon da Halil Cibran ile ilgili şöyle birkaç güzel şey söyledi. ‘’Onun gücü ruhsal yaşama dair büyük bir kaynaktan geliyor. Eğer böyle olmasaydı o bu kadar evrensel ve kudretli olamazdı. Ama o bu kaynaktan gelenlerin üzerine giydirdiği dilin yüceliği ve güzelliği tamamen ona aittir.’’
Kitapta, yıllar boyu kendisine yurt olan kentten ayrılırken, Ermiş'ten geride bıraktığı halka hitap etmesi istenir. Kent halkı ona aşk, evlilik, suç, ölüm, güzellik ve daha pek çok konuda sorular yöneltir. Aldıkları karşılık, hoşgörü ve sevginin biçimlendirdiği bir insan yaşamı üzerine hazine değerindeki öğütlerdir. Haklıyla haksızın, suçluyla suçsuzun, dimdik ayakta duranla düşmüşün aslında aynı insan olduğu bir yaşamdır bu...

Evliliğe Dair:
Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız,
Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız,
Tanrı'nın suskun anıları katına eriştiğinizde bile birlikte olacaksınız,
Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz boşluklar olsun,
Ve Tanrısal alemin rüzgarları esip dolanabilsin aranızda,
Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın,
Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun Sevgi
Birbirinizin kadehini onunla doldurun ama aynı kadehe eğilip içmeyin,
Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın,
Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte, ama ikinizin de birer Yalnız olduğunu unutmayın,
Çünkü lavtadan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır,
Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın,
Çünkü ancak Hayat'ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan,
Hep yan yana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın,
Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır,
Çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez....


Halil Cibran (1883-1931), Lübnanlı filozof, romancı, şair, ressam, 

İyi okumalar
Özgür Okuryazar